HANGİSİ HAK DİN?

Abdullah Bin Abdulaziz El-İdan

Tercüme ve Dizgi

Fikri Göncü

Varagat İlmiye Basım ve Yayın Evi

1-Giriş.

2-Dinin Manası.

3-Dinlerin Çeşitleri.

4-İnsanoğlunun dine ihtiyacı ver mıdır?

           A-Aklın kainattaki büyük gerçekleri bilme ihtiyacı.

           B-İnsan fıtratının ihtiyacı.

C-İnsanın psikolojik sağlığa ve ruhsal güce olan ihtiyacı.

5-İslam inancının özellikleri.

6-İslam inanç sistemindeki orta yolluluğu.

7- İslam’ın hayatın her alanını kapsayan uyum ve gerçekliliği.

8-İslam’da yasama kaynakları.

9-İslam’ın şartları.

بسم الله الرحمن الرحيم

Giriş

Her dinin, her görüşün her felsefenin kendine özgü teorileri, izledikleri belli bir programları ve temel esasları vardır. Biz bu mantıktan yola çıkarak okuyacak olduğunuz bu sayfalarda aslen Müslüman olup ta dini konusunda bilgisiz kalmış ve dolayısıyla dini yaşantısını sadece çevresinde gördüklerini taklitle etmeye çalışmakla yaşamaya çalışan insanlara, dinlerini daha doğru öğrenerek taklitkarlıktan uzaklaşmaları gayesi ile  kendi dinleri konusunda temel bilgileri içeren bir özet bilgiler sunmak istedik.

Aslen Müslüman olmayan okuyucularımıza gelince; onlara hak din olan İslam hakkında özet bilgiler verip, İslam’ın sistematik ve ahlaksal ve toplumsal yönden diğer dinlerden farkını  belirterek, onların bu hak din ile tanışmalarını sağlamayı, onlara yeni bir düşünce ufku kazandırarak varlığa veya hayata dair yeni tanımlar ve anlamlarla ve daha da önemlisi hak din İslam hakkında doğru kanaatler oluşturmaları için bir fırsat oluşturmayı hedefledik.

Bu şekilde islamı doğru kaynaklardan doğru bir şekilde tanıma fırsatı bulan bir çok insanın bu dine inanmak ve onu yaşamak konusunda adım asım ilerleyeceğine inanıyoruz.  Zira bu din ilahi bir dindir, beşeri bir din değildir. İlerleyen bölümlerde işaret edildiği gibi bu din her yönü ile eksiği olmayan kâmil bir din dindir. Bütün kalbimizle inanıyoruz ki; İslam’ı tanıma fırsatı olmuş olan herkes en kısa zamanda bu hak dine girmeyi düşünecek ve bulduğu ilk fırsatta bu dini kabul ederek kamil bir imanla bu dine sımsıkı sarılacaktır. Bu bu satırlarımızda bu amaca hizmet etmekten mutluluk duyuyoruz. Gerçek mutluluğun tek yolu hak din olan İslam’ı tanıyıp kabul etmektir. Zira bu din sahibini  huzura ve mutluluğa kavuşturacak olan tek ilahi dindir. İslam’ı öğrenip onu kabul edip yaşama fırsatı bulan herkes tadacak olduğu eşsiz huzurla daha önce bu dine girmeden geçirdiği her güne, saate ve hatta dakikaya üzülecektir.

Biz bu önsözde  şu tembihi yapmadan geçemeyeceğiz, o da şudur; İslam’a girmek iste yen bir kişi asla bu dinin bazı mensuplarının bu dine uymayan hal ve tavırlarını önlerine engel yapmamalılar.  Bazı mensuplarının yanlış hal ve tavırlarından ait oldukları din asla sorumlu tutulamaz. Maalesef  diğer din ve mezheplerde olduğu gibi İslam dininin de bazı mensupları bu dinin yasak kılmış olduğu yalan söyleme, ahlaksızlık, haram yeme, haksızlık, adaletsizlik gibi kötü bir takım fiiller içinde olabilirler. Bu kişiler sadece kendilerini temsil etmektedirler ve asla bu işleri yasaklayan İslam’ı temsil edemezler. İslam dini bazı mensuplarının yaptıkları yanlış ilerden beridir ve asla bazı mensuplarının yanlışları ile değerlendirilemez ve lekelenemez. Bu tür kişilerin davranışlarından ne Yüce Allah ne de O’nun Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) razı olmazlar.

Bu yüzden bu dinin güzelliklerini doğrudan keşfetmek ve bu din ile bazı mensupları arasındaki farlı görebilmek için sizi bu sayfaları okumaya davet ediyoruz. Biz çok eminiz ki siz bu satırlarda çok eskilerden beri arayıp ta bulamadığınız sizi mutluluk verecek olan bilgileri, esasları ve düşünceleri bulacaksınız. İşte sen bunu kendi kendine buldun bile zira Allah (Sübhanehu ve Teala) sizi sevmekte ve senin için dünya ve ahirette hayır ve mutluluk istemekte. Temennimiz okuyuşunuzu devam ettirmek suretiyle bu satırların hepsini okuyarak bitirmeniz, bu satırların sizi davet ettiği gerçeklere ve gerçek huzur ve mutluluğun kollarına kendizi bırakıvermenizdir. Hakkaniyet ölçüleri kendisine tabi olmayı hak eden en doğru ölçülerdir. Sana kötülüğü öngören nefsine, şeytana, kötü arkadaşlarına ve ibadeti hak eden ilahtan başkasına kulluk eden yakınlarının baskılarına gerçek dine teslim olmana mani olmalarına asla boyun bükmemelisin. Söz konusu bu unsurlar asla sizin ile hidayetin  nuru, huzur ve mutluluğunuz arasında engel teşkil etmemelidir. Hak dine döndüğünüzü ialn ettiğinizde  bu huzur ve saadete kavuşacaksınız. Dünya hayatından sonra başlayacak olan ahiret hayatında da mutlu olmanız buna bağlı. Bu yüzden hidayetinize engel olmak isteyen bütün etmenleri bertaraf etmelisiniz. Zira önünüze çıkabilecek olan bu etmenler sizi hayatınızda elde edebileceğiniz en büyük başarı ve nimet olan cennetten sizi mahrum bırakmak için gayret etmektedirler. Evet! Size davetimiz gerçek dini hak ölçülerine uygun olarak yaşayıp dünya ve ahiret saadetine kavuşmanızdır.. Acaba bu davetimizi kabul edecek misiniz. Bu davetimiz size sunabileceğiz en büyük hediyedir. Senin hidayetini arzu ediyoruz.

Şimdi hep beraber bu özet tanıtımın takip eden sayfalarında bir gezintiye çıkalım…

DİNİN MANASI

Psikolojik durum açısından baktığımızda dini, dindarlık olarak görmek mümkündür. Dindarlığı ise; insanoğlu ile ilgili bütün durum ve işleri evirip çeviren, bizim göremediğimiz yüce bir zatın varlığına inanmak, korku ve sevgi ile, boyun bükme ve yücelti ile  o yüce zata yakarışta bulunmak olarak tanımlayabiliriz. Başka bir ifade dindarlık; İtaat ve ibadeti hak eden yüce ilahi bir zatın vatlığına inanmaktır. Dış dünyamız var olan bir gerçeklik açısından ise din; ilahi gücün sıfatlarını belirten vahyi bilgiler ve ibadetlerimizin keyfiyetini bize bildiren ilmi kurallar bütünüdür.

DİNLERİN ÇEŞİTLERİ:

Konu hakkında araştırma yapanlar tarafından da bilindiği gibi dinler iki türlüdür:

  1. Semavi veya kitabi dinler: Yani semâdan inen ve insanlık için ilahi hidayet rehberi olan bir kitaba sahip olan dinlerdir.

Musa (Aleyhisselam)’ya inen Tevrat kitabıyla gelen Yahudilik dini,

İsa (Aleyhisselam)’ya indirdiği İncil ile gelen Hıristiyanlık dini,

Bütün peygamberlerin ve Resullerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’e indirilen Kuran-ı Kerimle gelen İslam dini bu dinlerdendir.

İslam dininin diğer kitabi dinlerden farkı; Yüce Allah’ın bu dini ve kaynaklarını beşeriyet alemine gelen son din olması hasebi ile korumuş olmasıdır. Bu nedenle İslam dini asla bir değişikliğe ve tahrife uğramamıştır. Oysa ki diğer kitabi bütün dinlerin kaynakları ve kitapları kaybolarak bu dinler değişime ve bozulmaya maruz kalmıştır.

  • Putperest dinler: Bu dinler Yüce Allah tarafından kurulan semavi dinler olmayıp bu dinlerin kurucuları yeryüzünde yaşayan bazı insanlardır. Budizm, hinduizm, konfiçüzm ve Mecusilik gibi.

Hemen burada  şu soru akla geliyor: Acaba yaratılmış ve kendinse akıl verilmiş bir insanın tıpkı kendisi gibi yaratılmış ve akıl verilmiş bir beşere veya taşa veya ineğe ibadet etmesi aklın kabul edeceği bir durum mudur!? İnsanoğlunun kendisi gibi zayıf, aciz ve eksiği olan bir insan tarafından kuralları konularak kurulmuş olan bir beşeri din ile hayatında mutlu olması ve bütün işlerinin doğru bir şekilde işlemesi mümkün müdür!?        

           İNSANIN DİNE İHTİYACI VAR MIDIR?

İnsanın genel olarak dinlere ve özel olarak İslam’a olan ihtiyacı ikinci derecede öneme sahip bir ihtiyaç olmayıp hayatın cevheri ve varlığın sırrı ve insan olmanın ifade ettiği derin manalar ile ilişiği olan asli bir ihtiyaçtır.

Bu noktada hemen insanın dine olan ihtiyacını çok özet olarak belirtmeye çalışalım:

  1. Varlık aleminde aklın büyük gerçeklerle tanışmaya olan ihtiyacı:

İnsanın dini inanca duyduğu ihtiyaç ilk planda kendini tanımlamaya ve onu kendisini kuşatan uçsuz bucaksız alem gerçeliğini tanımlama ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Yani çok eskilerden beri beşer felsefesini meşgul eden ve cevap bulmaya sevk eden  ve bu söz konusu felsefelerin asla yeterli cevap bulamadığı sorulara cevap arama ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

         İnsanlar dünyaya ilk gelişlerinden beri bütün gayretleri ile cevap bulmaya çalıştıkları şu sorular beyinlerinde döndü durdu:

Nereden geldim?!

  Nereye gidiyorum?!

            Neden geldim?!

         Dünyalık meşgaleler insanoğlunu bu gibi sorulara cevap aramaktan alıkoysa da insanoğlu herhangi bir anda yine bu soruları kendi kendine sorup cevap bulmak için zihnini yoracaktır:

  1. İnsan kendi kendine der: Ben nereden geldim!? İçinde olduğum bu kainat nereden geldi!? Kendi kendime mi meydana geldim!? Yoksa beni bir yaratıcı mı meydana getirdi!? Bu yaratıcı kimdir!? Onunla benim bağım nedir!? Yine, büyük arzı, göğü, içinde bulunan hayvanları, nebatları, cansız varlıkları, nehirleri ve denizleri ve bütün bunları inçinde yüzdüren  uzayı ile bu kainatı kendi kendini mi yarattı yoksa bunların hepsini en ince özelliklerine kadar bir yaratıcı mı yarattı!?
  • Sonra bu hayattan sonra başka bir hayat var mı..!? Ölümden sonra başka bir hayat var mıdır..!? Bu gezegenin yüzeyinde sürdürdüğümüz bu kısa yolculuğumuzun ardından varacağımız yer neresidir..!? Dünya hayatının kıssası: doğuran rahimler ve yutan toprak… Sonrasında bir şey yoktur” kıssasından ibaret midir!? Hak ve hayır yolda kendi nefislerini feda eden temiz insanların sonları ile başkalarını kendi zevkleri nefisleri uğruna feda edenlerin sonlarının eşit olması düşünülebilir mi!? Yapılanların mükafatını görmeden hayatın bir ölümle sona ermesi mümkün müdür..!? Yoksa ölümün ardından başlayacak olan bir hayatla iyi amel yapanların yaptıklarına karşılık mükafatlanmaları, kötü amel yapanların ise yaptıklarına karşılık cezalandırılmaları söz konusu mudur? 
  • İnsan niçin var edildi? İnsana neden akıl ve hür bir irade verilerek diğer mahluklardan farklı olarak yaratılmıştır? Neden göklerde ve yerde olanlara, insanoğluna boyun büktürülmüştür? İnsanın var olmasının bir gayesi var mıdır? İnsanoğlunun var olması ile ilgili bir ödevi var mıdır? Yoksa hayvanlar gibi yemek içmek sonra ölmek için mi var edilmiştir? İnsanın bir yaratılış gayesi varsa bu gaye nedir? İnsanoğlu bu gayesini nasıl bilebilir?

Bu sorular her asırlardır insanın sorup kalbindeki hastalığa çare arayarak kalbini huzura kavuşturmak istediği sorulardır. Doğru ve şifakâr cevapları vermek içinde mutlaka dine dönmek gerekmektedir. Zira din ilk olarak insana onun bu kâinatta kendi kendine bir rastlantı olarak yoktan var olmadığını bilakis kendisinin büyük bir yaratıcının eli ile yaratıldığını bildirmektedir. O büyük yaratıcı olan Allah, insanı en iyi surette yaratmış ve ona ruhundan üfürmüş, onun için kulak

, göz, kalp nimetlerini yaratmış ve onu daha anne karnında iken başlayan bir süreç içinde, daimi bir şekilde onu en güzel nimetlerle nimetlendirerek ona ikramda bulunmuştur.

“(Ey insanlar) Biz sizi dayanaksız bir sudan yaratmadık mı! İşte o suyu belli bir yere kadar sağlam bir yere yerleştirdik. Biz buna güç yetirdik. Bizim gücümüz ne büyüktür.”

(Mürselat:20-23)  

Yaşanılan hayattan ve ardından gelen ölümden sonra insanın gidişlinin nereye olduğunu sorusunun cevabını sadece din aracılığı ile öğrenmememiz mümkündür. Din bize öğretmektedir ki ölüm asla yokluk değildir. Fakat o başka bir alemde başka bir hayata başlamaktır. Kabir hayatı ve ardından gelecek olan, bütün nefislerin yaptıklarının karşılıklarını bulacakları ve amellerine göre sonsuz bir şekilde ahiret hayatıdır bu. Orada erkek olsun, kadın olsun hiç kimsenin ameli boşa gitmez. O gün Allah’ın adaletinden hiçbir cebbar ve büyüklenen kurtulamaz.

Din insana niçin yaratıldığını, neden ikram edilip diğer varlıklara karşı faziletli kılındığını bildirir. Din, varlık gayesini ve ödevini anlatır insana..din insanın hedefsiz bir şekilde yaratılmadığını ve başı boş da bırakılmayacağını ve insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratıldığını anlatır insana.. Yeryüzünü O’nun rızasına uygun bir şekilde imar etmek ve ondan O’nun rızasına uygun bir şekilde istifade etmeleri için. Yeryüzünün karnında ve yüzünde saklı olan nimetlerden başkalarının ve Rabbin hakkına girmeden istifade etmeleri için.. Şüphesiz Rabbin, kulu üzerindeki en büyük hakkı O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan sadece ona Resullünün gösterdiği şekilde   itaat etmesidir.  Zira o resulleri hidayet yolunun göstericileri ve uyarıcı ve müjdeleyici ve sapıklığa karşı uyanıklığa çağırıcılardır. Allah’ın Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) beşer alemi için her yönüyle en üstün bir örnektir. Çeşitli imtihanlar ve iptilalarla dolu bu dünya hayatında en iyi şekilde üzerine düşeni yapan insan ahirette yaptıklarının meyvesini toplayacaktır. Yüce Allah şöyle buyurur:

“O gün her nefis yapmış olduğu her hayırlı amelin karşılığını önünde hazır olarak bulacaktır.” (Ali İmran)    

Bu kaide ışığında insanoğlu kendisini yaratıp ona hayatı bahşeden Yüce Allah’ın beyan ettiği insanoğlunun var olma sebebini ve esas görevinin ne olduğunu anlamış olacaktır.

Allah’a, onun dinine ve ahiret alemine inanmayan bir insan hayatı ters dönmüş ve kendini geçek saadetten mahrum bırakmış bir insandır. Böyle bir insanın etrafında gezeleyen, belli bir zaman dilimi içinde hedefsiz bir şekilde yaşayıp zevklenen sonra ölen, varoluş ve yaşama sırrını dahi idrak etmekten uzak dört ayaklı büyükbaş bir  hayvandan bir asla bir farkı olamaz.   

  Kendi hayatlarını en yakın derece ilgilendirdiği halde bu konularda bilgisiz , cahil,  şüphe, arayış ve kör karanlıklar içinde dolaşan bir insanın hayatı ne büyük bir çıkmaz içindedir. İnsanın kendi nefisini bilmemesi, varlık sebebini bilmesi, hayat gayesini bilmemesi bu insanın mala, makama, şöhrete ve sağlığa sahip de olsa vegerçekten mutluluktan mahrum bir şekilde ters bir hayatı yaşamak zorunda kalması demektir.

Beşeri Fıtratın İhtiyacı:

Aynı zamanda insan vicdan ve şuurunun dine ihtiyacı vardır. İnsanoğlu sadece akıldan ibaret bir varlık değildir. Bilakis insan akıl, vicdan ve ruhdan ibarettir. Bu durum insanın fıtratı ve yaratılışı gereğidir. Fıtratı gereği insanoğlunu ilmin, sanatsal ve kültürel faaliyetler onu tatmin etmez. Eğlence ve zevklenmek asla insanın içinde boşluğu doldurmaz. Ruhu yönünü doyuramayan insan stres ve ruhsal bir açlık, fıtri bir susuzluk, boşluk ve eksiklik, içinde hayatına devam edecektir. Bu durum o kişi bütün kalbiyle ve hakkıyla Allah’a iman edene ve bu şekilde stresten, huzura, kararsızlıktan kararlılığa korkudan güvene ulaşıncaya kadar devam edecektir.

Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

ما من مولود إلا ويولد على الفطرة، فأباه يهودانه أو ينصرانه، أو يمجسانه

“Hiç bir doğan yoktur ki; o kişi fıtrat üzerine doğmamış olsun. Bu doğan çocuğu anne-baba ya Yahudi, ya Hıristiyan ya da ateşperest yapar.”

Bu hadiste insanın islam, (rabbe teslimiyet) dini üzerine yaratıldığı ve onun fıtratına en uygun dinin bu olduğu ifade edilmektedir. Bu hadiste İslam fıtratıyla donanmış olarak yaratılan insanın anne-baba, okul ve çevre gibi dış etmenlerle bu fıtratına uymayan batıl dinlere yönlendirildiği ifade edilmektedir. Filozof Agust Siyatih “Dinleri Felsefesi” adındaki kitabında şöyle der:

“Niçin ben dine bağlı biriyim? Ben ne zaman bu soruyu kendi kendime sorsam daha sorumu bitirmeden şu cevabı karşımda bulurum: Ben dindarım zira başka türlü olmam mümkün değildir. Zira din her kişi için zorunlu sayılan manevi bir ihtiyaçtır. Bana diyorlar ki: “Din atalardan miras alınan bir terbiye veya mizaçtır. Ben de onlara şöyle diyorum: Ben sizin yaptığınız bu itirazla kendi nefsine çok itiraz ettim fakat gördüm ki bu düşünce meseleyi çözmekten öte daha zorlaştırmaktadır.” 

Bir çok insan doğru yolun dışına da çıkmış olsa inanç meselesi asırlar boyunca yeryüzünün her tarafında yaşam sürmüş olan ilkel veya medeni bütün toplumlarda kendini göstermiş bir gerçek hayat bulması asla şaşılacak bir şey değildir.

 Tarihçi İğriki Bilatork der ki: “Tarihte kalasi olmayan, sarayları olmayan, okulları olmayan bir çok şehir buldum fakat asla mabedi olmayan bir şehir bulamadım…”

3-İnsanın Psikolojik Sağlığa Ve Ruhi Güce Olan İhtiyacı:

Dine olan ihtiyaç başka bir noktada daha ortaya çıkmaktadır. İnsanın hayatını ve hayatındaki emelleri, elemleri (acıları)  ile doğrudan ilgisi olan bir ihtiyaç.. İnsanın sığınmak istediği güçlü bir makama, dayanmak istediği metin bir dayanağa olan ihtiyacı.. Şiddetli bela ve musibetlerin bir kabus gibi  çöküp ona o insanı güçlü acılara boğarak inim inim inlettiğinde.. Büyük afetlerde.. Sevilenlerin kaybedildiğinde.. Korkunç olaylarla karşı karşıya gelindiğinde.. Korkulan olaylar vuku bulduğunda dini inanca sahip olmanın ve bu inancın üsleneceği önemli rol ortaya çıkmaktadır. Din, bu gibi zaaf içinde olunan durumlarda sahibine güç ve metanet, umutların tükendiği noktada  umut, korkunun hakim olduğu durumlarda kurtuluş ve her türlü bela sıkıntıda sebat ve sabır verecektir.

         Allah’a, O’nun adaletine, rahmetime ve sonsuz dünyada ona iman edip Salih amel işleyenleri en iyi şekilde mükafatlandıracağına inanmak insana psikolojik bir sağlık ve ruhsal bir güç verecektir. Dolayısıyla insan bununla moral bulacak ve mutlu ve sevecen, canlı ve güzel yüzlü bir yaşama kavuşarak var olma ve yaşama sevinciyle hayata daha olumlu bir açıdan bakacak, karşılaştığı zorluk ve sıkıntıların kendinden emin bir şekilde üstesinden gelebilecek ve bu şekilde ne mal, ne makam, ne şan şöhret ile yakalayamayacağı bir huzur ve mutluluğu yakalamış olacaktır.     

Din ve imansız yaşayan biri bütün iş ve ihtiyaçlarında sadece kendinden yardım isteyebilecektir. Fetva soracak yine fetvayı kendisi verecektir, soru soracak yine kendisi cevaplayacaktır, yardım isteyecek yine yardımına kendisi koşmak zorunda kalacaktır, üstesinden gelemediği işlerde medet bekleyecek yine imdadına kendisi koşmak zorunda kalacaktır, elinden gelmeyen yardıma üstesinden gelemeyeceği imdada koşacaktır. Hakka iman dışında ki bir inançla yaşayan bir kişinin  gönlü  huzursuz, düşüncesi şaşkın ve karasız, yönü belirsizdir ve  bünyesi parçalamanmış bir ceset görümündedir. Bazı ahlak felsefecileri bu durumu  Ters Ragayak’ın durumuna benzetmektedirler. Anlatılanlara göre bu kişi kralı öldürmüş ardından ceza olarak ellerinden ve ayaklarından dört ayrı yçne gerdirilmiş ve bu şekilde kırbaçlanarak vücudu en feci bir şekilde parçalanmıştır.

Burada cismin parçalanışı hak dinsiz hayat insanın manevi iç aleminde meydana gelen parçalanmışlığına bir örnektir. İç alemde meydana gelen bu parçalanma bu parçalanmanın acısını tadanların gözünde diğerinden daha elem vericidir. Zira bu parçalanma vücudun parçalanmasında olduğu gibi bir anda olup bitecek bir olay olmayıp insanın hayatı boyunca devam edecek olan bir parçalanmadır.

Bu yüzdendir ki inançsız yaşayanlarda psikolojik hastalıklar, asabi bozukluklar, zihinsel çöküntüler daha fazla görülmektedir. Bu tür insanlar hayatın zorlukları karşısında tez pes ederler. Dolayısı ile ya tez elden intihar edecekler ya da ruhsal hastalıklar içinde hayat süren ölüler olarak devam edeceklerdir.

Eski bir Arap şairinin dediği gibi:

Ölüp de rahatlayan ölü değildir

Gerçek ölüler yaşayan ölülerdir

Gerçek ölüler ters yaşayanlardır

Beyni boğuk umudu sönenlerdir

         Aşağıdaki sözler bazı psikiyatri ve psikolog doktorlara ait sözler gerçekleri biraz daha gün yüzüne çıkarmaktadır:

Dr. Karl Banic “Çağdaş İnsan Kendini Arıyor” adlı eserinde şöyle diyor: otuz yıl boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinden gelip benimle hastalıkları konusunda istişare eden bütün hastaların, hastalık sebeplerinin iman eksikliği, inanç sistemlerinde gel-gitler olduğunu ve bu hastaların ancak imanlarına kavuştuktan sonra şifa bulduklarını gördüm.” 

  Filezof William Ceymis şöyle demektedir: “Şüphe yok ki stres ve bunalımın en büyük ilacı imandır.”

Dr. Beryal şöyle der: “Gerçek bir dindar asla psikolojik rahatsızlıklara düşmez.”

Dial Karanigi şöyle diyor: Stresi “Bırak Yaşamaya Bak” adındaki eserinde bütün psikolog doktorlar bilmektedirler ki güçlü bir iman ve dini bir yaşam stres, bunalım ve sinirliliğin ilacı için kefildir.”

4-Toplumun ahlaki değerlere ve ahlaklı  olmaya davet eden itici etkilere olan ihtiyacı:

 Din aynı zamanda toplumsal bir ihtiyaçtır. Her toplum ahlaki değerlere ve ahlaka davet eden etkilere ihtiyaç duyar. İtici etkiler, fertleri, beşer bir gözetici ve veya cezalandırıcı olmadan da yapmaları gereken görevlerini yapmaya ve onları hayırlı işler yapmaya yönlendirir. Ahlaki değerler ise insanlar kendi aralarında iletişim kurarken uymaları gereken kuralları bildirmekte ve insanları kendi şehevi arzuları ve maddi çıkarları için başkalarının haklarına tecavüz etmemeye toplumun yararını gözetmeye davet etmektedir. 

Kanun ve kuralların ahlaki değerlerin oluşup yerleşmesi için yeterli olduğunu savunmak mümkün değildir. Zira kanunlardan dolaylı yollarla da olsa kaçmak ve kuralları çiğnemek zor bir durum değildir. O yüzden insanın kendi kendine kabullenip, dış etkilerle değil, iç dinamiklerinin etkisi ile yaşayacağı ahlaki değerlerin yerleşmesi gerekmektedir. İnsanın ahlaki değerleri kendi iç dinamikleri ile yaşayabilmesi için onun özünün, kalbinin, vicdanının –Ne derseniz deyin- çok sağlam, doğru inançla bezenmesi gerekmektedir. Bu öz sağlam olursa bütün beden sağlam olacaktır. Yine bu öz bozuk olursa bütün bedende buna paralel olarak bozuk olacaktır.

Geçmiş tecrübeler ve tarihi gerçekler ışığında yeniden müşahede edilmektedir ki insanın iç benliğini ve ahlaki yapısını din olmadan arzu edilen yüksek mertebelere çıkarmak ve insana iyilik ruhunu aşılayıp onu kötülük duygu ve düşüncelerinden arındırmak mümkün değildir. Britanya’da bazı hakimlerin şu görüşü paylaştıklarını müşahede ediyoruz:

“Ahlak ilkeleri olmadan kanun olmaz, ahlak da din olmadan olmaz.”

         Bazı mülhit kulların hayatın dinsiz, Allah’a inançsız, ahiret âleminde hesap verme günü olduğuna inanmadan yürümesinin mümkün olmadığı yönündeki açıklamalarını tuhaf karşılamamak lazımdır. Walltır şöyle demektedir: “Şayet Allah olmamış olsaydı bizim onu yaratmamız gerekirdi.”  Yani insanlar için ondan rahmet isteyecekleri, azabından korkacakları, rızasını gözetecekleri, onun rızası için güzel amel işleyip kötü amel yapmaktan kaçınacakları bir ilah bulamamız gerekirdi. Walltır yine dönüp şöyle haykırıyor:” Neden Allah’ın varlığından şüphe ettiriyorsunuz!? Eğer o olmasaydı hanımım bana ihanet ederdi hizmetçim beni çalardı!!”

Poltarh ise şöyle diyor: “İlahsız devlet kurmak, topraksız şehir kurmaktan daha zordur!!”

İSLAM İNANÇ SİSTEMİNİN ÖZELLİKLERİ

İslam dininin inanç sisteminin öyle büyük özellikleri vardır ki bu özellikler diğer inanç sistemlerinde asla yer almaz. Bu özellikleri şu başlıklar altında özetlemeye çalışalım:

  1. Anlaşılır Bir İnançtır:

Bu inanç, kolay ve anlaşılır bir inançtır. Bu çok ince bir şekilde tasarlanıp akıllara durgunluk verecek bir muhteşemlikte yaratılan bu alemi takdir edip yaratan ve bir düzene koyan bir Rab vardır ve bu Rabbin hiçbir eşi ve benzeri yoktur. O, eş ve evlat edinmemiştir.

…….

“Bilakis göklerde ve yerde ne varsa hepsini o yaratmıştır ve her şey ona boyun bükmüş durumdadır.”  (Bakara:116)

Bu inanç açıktır ve alken kabul edilir bir şekildedir. Zira akıl daima çeşitlilik ve çokluk arz eden eşyalar arasında herhangi bir uyumsuzluğu kabul etmez ve eşyalarda bütünlük bulunmasını ister.

  • Fıtratın İnancıdır:

İslam inancı öyle bir inançtır ki asla insan fıtratına uzak değildir ve onunla asla ççtışma içinde değildir. Bilakis bu inanç bir anahtarın ait olduğu kilide uygunluğu gibi insan fıtratına uygundur. Bu durum Kuran-ı Kerim’de de ifadesini bulmuştur.

“(Resûlüm) sen yüzünü hanif olarak dine çevir. O din ki Allah onu insanlara fıtrat kılmıştır. Allah’ın yaratışında bir değişme yoktur. İşte o dosdoğru olan dindir fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm:30)

Yine bu gerçek şu sahih hadiste şu şekilde dile getirilir:

كل مولود يولد على الفطرة –أي على الإسلام- وإنما أبواه يهودانه أو ينصرانه أو يمجسانه

“Her doğan fıtrat (yani İslam) üzerine doğar. Anne babası o doğanı Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya  Mecusileştirir.” 

Bu hadiste fıtrattan kastın İslam olduğu anlaşılmakta olup Müslüman olmak için ana-babanın etkisine ihtiyaç olmadığı ifade edilmektedir. Zira bu fıtratta vardır ve diğer söz konusu batıl din ve inançların ataların taklidi ile gerçekleşmektedir.

  • Sabit bir inançtır:

Bu inanç sabit bir inançtır ve asla fazlalık ve noksanlık, değiştirme, bozgunluk kabul etmez. Hiçbir devlet başkanı veya ilim otoritesi veya herhangi bir kongrenin onu değiştirmesi ona eklemelerde veya çıkarımlarda bulunması düşünülemez. Söz konusu her değişiklik gayretleri ret edilerek sahibinin yüzüne çalınır. Peygamberimiz 8Sallallahu Aleyhi ve Selem) şyle buyurmaktadır:

من أحدث في أمرنا ما ليس منه فهو رد

“Kim ki bizim işimize ondan olmayan bir ekleme yaparsa o ret edilir.”

Kuran şu şekilde bu durumu inkar ediyor:

….

“Onların Allah’ın izin vermediği konularda hükümler koyan Allah’a ortak kıldıkları varlıklar  vardır.” (Şura:21)

İşte bu şekilde ortaya çıkmaktadır ki bazı kitaplarda yer alan ve Müslüman halklar arasında yayılan bidatler, hurafi inançlar batıldır ve ret edilir. İslam bu yanlışlıkların hiç birini kabul etmez ve durumlar İslam aleyhine delil olarak asla kullanılamaz.

  • Delillerle desteklenmiş bir inançtır:

Bu inanç asla sadece hüküm ve yükümlülük koyup olayı bitirmemiştir. Bilakis her hükmün ve yükümlülüğün mantıksal temeli de zikredilmiştir. İslamın inanç sistemi bazı inançlarda olduğu gibi “Kör ol sonra inan” veya “Önce inan sonra bil” veya “Gözünü kapa sonra bana tabi ol” Takvanın anası cehalettir” gibi yaklaşımları yansıtan mantıklara karşıdır. Bilakis islamın kitabı şöyle der:

….

“De ki şayet doğru sözlü iseniz delillerinizi getiriniz.” (Bakara:11)

İslamın inanç sistemi insanın kalbine, vicdanına hitap etmekle yetinmez ve inanç sisteminde sadece bu iki unsura dayanmaz. Bilakis bütün konularını çok güçlü delil ve açıklamalara dayandırır. Bu deliller insanın aklına ve vicdanına hitap etmektedir. İslam uleması şu söylemi devamlı dile geitirirler. O da şudur: “Akıl, naklin esasıdır ve açık bir akıl asla nakil ile çatışma içinde değildir.”  

İnsanların yeniden yaratılacağı olayına onların ilk kez yaratılışı, göklerin ve yerin yaratılışı ve üzerindeki bitkilerin kuruyup tekrar yeşermesi delil olmaktadır. Hata yapanların cezalandırması ve iyilik yapanların da mükafatlandırması adli ilahinin gereğidir ve bunun olması akıl ve mantık gereğidir.

….

“İman edenlerin yapmış olduklarına karşılık onları mükafatlandırması ve güzel amel işleyenleri cennetle ödüllendirmesi için…” (En-Necm:31)

İNANÇTA İSLAMIN TUTTUĞU ORTA YOL

İslam’ın inanç sistemi, diğer inanç sistemlerinden farklı olarak orta yollu, kolay, anlaşılır ilkeleri ile öne çıkmaktadır. İslam’ın bu yönü onun daha kolay anlaşılmasını, ona kolay ikna olunup kabul edilmesini sağlamaktadır. Bu özellikleri tanımak için sizi benimle beraber şu satırları okumaya davet ediyorum:

1- İslam itikadı (inancı) ne her duyduklarını delilsiz de olsa kabul eden hurafecilerin ikikadı gibi teslimiyetçi ve ne de bütün mucizelerin, aklın aykırı haykırışlarına rağmen duyu organları ile direk olarak algılanamayan her şeyi inkar eder.

İslam, kesin ve açık delillere dayanmayan her türlü ilkeyi vehmi şeyler olarak değerlendirerek ret eder. İslam’ın şiarı daima şu ayette belirtilen ilkedir:

…..

“Eğer sözünüzde samimi iseniz delillerinizi getiriniz.” (Bakara:111)

2-İslam, fıtrata aykırı çıkarak hiçbir ilahı kabul etmeyen ateist gurubu ile, taş, hayvan, put gibi önlerine gelen her şeyi ilah yapabilen gurup arasında orta bir yolu tutmuştur.

            İslam sadece tek olan, hiçbir ortağı olmayan ve doğurmamış ve doğmamış olan ve kendisine asla dengi olmayan ilaha iman etmeye davet ediyor. Bu da Allah’tır. Allah’a düşmanlık yapanlar sadece onun yaratmış olduğu yaratıklardır. Allah’a düşmanlıklarını ilan eden bu insanlar kendilerine veya başkalarına zarar, kâr, ölüm kalım, dirilme gibi konularda ellerinde belli bir güç bulunmamaktadır. Bu tür insanların ilahlaştırılması şirki, zulmü ve sapıklığı gündeme getirmektedir.

….

“ Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap cevap vermeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir!? (Oysa) onlar, bunların yalvarışlarından habersizdirler.” (Ahkaf:5)

3- İslam inancı kâinatı yegane vücut olarak görüp bunun haricinde gözüp görmediği ve elin dokunamadığı şeyleri hurafe gören anlayışla bu kâinatın kendisini gerçeklikten uzak vehmi bir şey ve susayan kişinin çölü göl gibi görerek serap olarak değerlendiren kişinin inancı arasında arta bir noktada durmaktadır. 

İslam kâinatı şüphe götürmeyen bir gerçeklik olarak görür. Fakat buradan yola çıkarak bu gerçekliği kimin yarattığını, düzenlediğini sorgular ve o yaratıcıya ulaşır. Ki bu da Yüce Allah’tır.

Yüce Allah şöyle buyurur:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ki ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derlerJ Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz..” (Ali-İmrân:190-191) 

4- İslam inancı, insanı ilahlaştıran ve ona rablik sıfatları yükleyerek onu kendisinin rabbi yapan, onun her istediğini yapabileceğini ve istediği şekilde hüküm koyacağını inanan anlayışla, onu iktisadi veya sosyal veya dini düzenlerinin esiri görüp rüzgar önünde sürüklenen bir tüy, ipleri toplumun veya iktisadi düzenin veya kaderin elinde olan bir kukla olarak gören anlayış ve inanışlara benzemez, fakat bu iki anlayışın ortasında bir yerdedir.  

            İslam’ın nazarında insan, mesuliyeti ve görevi olan, kainattaki bütün yaratıkların efendisi durumunda olan, Allah’a kulluk eden, kendi nefsinde yapabilecek olduğu değişimler oranında çevresini değiştirme gücüne sahip olan bir yaratıktır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bir kavmin insanları kendilerini değiştirmedikçe Allah o kavmi üzerinde bulunduğu hali değiştirmez.” (Ra’ad:11)

  • İslam inanç sitemi Peygamberleri onları ilah derecesine çıkararak veya onarlı Allah’ın oğulları olarak görerek mukaddesleştiren anlayışlarla onları inkar edip töhmet altında bulunduran ve onlara her türlü azabı reva gören anlayışlar arasında orta bir yol tutmuştur.

Peygamberler bizim gibi beşerdirler. Bizim gibi yemek yerler ve sokaklarda gezerler. Bir çoğunluğu evlenmiş ve zürriyet sahibi olmuşlardır. Onların diğer insanlardan tek farkları onların Allah’tan vahiy almaları ve onlara mucizeler bahşetmesidir.

..

“ Peygamberleri onlara dediler ki: (Evet) biz sizin gibi insandan başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan size bir delil getirmemize imakn yoktur. Müminler sadece Allah’a tevekkül etsinler.” (İbrahim:11)

6-İslam inancı, varlık gerçeğini anlamada sadece aklı ve zekâyı kaynak alan anlayışla, akla ve zekâyı asla dikkate almayıp ret ve ispat konusunda sadece vahye ve ilhama dayanan anlayış arasında orta bir yerdedir.

İslam akla inanır, düşünceye, araştırmaya davet eder, fikri donukluğu ve taklidi ret eder, emir ve yasakları anlamada ve varlık aleminde en önemli iki gerçek olan Allah’ın varlığını kabul etmek ve Peygamberlerin getirdiği gerçekleri tasdik etmede ona dayanır. İslam inancı vahye inanır, onu aklı tamamlayıcısı ve aklın yanlışa ve ihtilafa düştüğü, hevasına kapıldığı durumlarda onu yardımcısı olarak görür. Aklın, ihtisası olmadığı ve üstesinden gelmesinin mümkün olmadığı konularda, gaybî konularda, Allah’ın ölümden sonraki âhiret aleminde adaletinin bir tecellisi olarak insanları yaptıkları kötü ameller karşılığı cezalandırması ve yaptıkları iyilikler karşılığında mükâfatlandırması gerçeğine iman edilmesi gibi konularda  vahiy onun dayanağı olur. Fıtratta var olan hisler, dünya adaletinin elinden kaçmayı beceren kötülük ehli zalimlerin ahirette cezalarının mutlaka bulmalarının ve yine iyilik ehli insanlarında yapmış oldukları iyi ameller karşılığında ahirette mükafatlandırılmasını, seçkinlerle şerlilerin, kötülerle iyilerin, bozguncularla salih insanların ve günahsızlarla günahkarların eşit tutulmamasını bir zorunluluk olarak göstermektedir. 

   ….

“Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve hayatlarında kendilerini, iman edip iyi amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah, gökleri ve yeri, yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara asla haksızlık edilmez.” (Casiye:21-22)

      Cennete ve cehenneme ve içindeki nimet ve azaplara iman etmenin hem soyut hem de somut iki yönü vardır. Bu  iki yönlü iman esasen   ruh ve cisimden oluşan insana mutabık olan bir iman şeklidir. İnsanın   hem ruhi yönünün ve hem de fiziksek yönünün kendilerine özgü istek ve ihtiyaçları vardır. İnsanlardan bir kısmını cismin nimetler içinde olması veya azap görmesi yeterli değildir. Yine diğer bazılarını da ruhi ihtiyaçlar olmaksızın sadece fiziksel yönlerinin nimetler içinde olması veya azap görmesi ikna etmeye yetmez. İşte bu yüzden cennette yeme içme ve huri gözlüler ve yüce Allah’ın rızalığı vardır. Yine cehennemde zincirler ve tasmalar

 Zakkumlar ve irin ve ateşte yanan vücutlardan akan su vardır ki bunlardan hiç biri insana ne fayda verir ve ne de açlıklarını giderir. Bütün bunların yanında onlar için onlar alçaltıcı bir azaba düçar olarak orada öylece unutulup kalırlar.

HAYATIN HER YÖNÜNDE İSLAMIN GERÇEKLİĞİ

İnsan hayatının her yönü ile ilgili olarak islam’ın kanunları, esasları ve öngörüleri insanın tabiatına uygun en gerçekçi uygulamaları içermekte, insanın zuruflarını, ihtiyaçlarını ve diğer çeşitli hallerini en iyi şekilde gözetmektedir. Bu uyumun ortaya çıkmasını için meseleyi sadece iki yönden ele alacağız:

Birinci Yön:

İslam’da İbadetlerdeki Uygunluk:

İslam, insan fıtratına uygun ibadetler getirmiştir. Zira İslam, insan ruhunun Allah ile kuvvetli bir bağ kurmaya ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Bu yüzden İslam, insanın bu yöndeki susuzluğunu, açlığını, giderecek ve onda oluşan boşlukları giderecek ibadetleri ona farz kılmıştır. İslam, insanın enerjisini kontrol altına almasını sağlar. İslamın insan için farz kılmış olduğu ibadetler, asla ona külfet getiren ve bıktıran bir özellikte değildir.

“Dinde size zor gelecek bir emir asla buyurmamıştır.”

A-Örneğin İslam, hayatın gerçeklerini, ailevi, toplumsal, iktisadi ihtiyaçları ve yaşam için gerekli şartları göz önünde bulundurarak insanın, kendisi istese de ruhban sınıfı gibi kendisini sadece ibadete adamasına karşıdır. İslam, sadece insanı rabbi ile devamlı bağlantı halinde olmasını sağlayacak, onun toplumdan kopmamasını, ahiretini imar etmesini  belli ibadetler koymuştur. İslam inancı asla kişinin kendi dünyasını ihmal edip bu konuda bir zarara uğramasını ve kişinin hayatının bütününde ibadet etmesini istemez. Allah’ın Resûlü: “Saat saat” sözüyle ibadetler konusunda aşırı gidilmemesini öğütlemişidir.

B-İnsan insanın usanma duygusunu göze alarak ibadetleri çeşitlendirmiştir. Bu ibadetlerden bazıları namaz ve oruç gibi bedeni, bazıları zekat ve sadaka gibi malidir. Bazıları da her ikisinin karışımından oluşur; hac ve umre gibi. Bu ibadetlerden bazıları gülüktür; namaz gibi, bazıları seneliktir; oruç ve zekat gibi, bazıları ömürde bir kerededir; hac gibi. Daha fazla hayır işleyip Allah’a daha fazla yaklaşmak isteyenler için nafile ibadetler getirmiştir.

“Kim ki hayırını artırmak için nafile bir ibadet yapmak isterse o iş onun hayrınadır.” (Bakara:184)

C-islam, insanın yolculuk ve hastalık gibi zuruflarını gözeterek onlar için bazı hafifletmeler ve ruhsatlar getirmiştir ki bu ruhsatların kullanılmasını yüce Allah sevmektedir. Hastanın namazını oturarak veya yatarak kılabilmesini, yaralı bir kişinin yarasına su kaçmasından korktuğunda abdest veya gusülde  yaralı yerleri mesh edebilmesi veya gerekli ise hiç su değdirmeyerek teyemmüm yapmasını, hastanın, kendilerinin veya çocuklarının sıhhatleri konusunda korktukları takdirde emziren kadının veya  hamile kadının ramazan orucunu -sonradan kaza etmek şartı ile- tutma zorunluluğunun olmamasını ve oruca gücü yetmeyen yaşlı insanların, tutamadıkları her gün bir fakiri doyurmak suretiyle fidye vermeleri koşulu ile oruçlarını açabilmelerini, yolcunun dört rekatlı namazları iki rekat olarak kılabilmesini ve öğle namazı ile ikindiyi ve akşam namazı ile yatsı namazını cem edebilmelerini bu konuya örnek olarak verebiliriz. İşte bu ruhsatlarla insanların içinde bulundukları şartlar dikkate alınmakta ve değişen şartlarda çeşitli kolaylıklar sağlanmaktadır. Yüce Allahın sağlamış olduğu bütün bu kolaylıklar islamın insanların  içinde bulundukları zorlukları ve şartları dikkate alarak gerekli kolaylıkları sağladığını göstermektedir. Oruç ayetinde Allahu şöyle buyurmaktadır:

“Allah sizin için kolaylık istemektedir ve sizin için asla zorluk istememektedir.” (Bakara:185)

İkinci Olarak: islamın Ahlaki Değerler Bazında Gerçekliği: İslam, insan fıtratına uygun ve gerçekci ahlaki değerler ile gelmiştir. Bununla beraber insanın onu bazı hataları işlemeye meyilli kılan maddi ve manevi itici beşeri yönlerini de dikkate almıştır.

  1. Örneğin; İslam islama girmek isteyen bir kişiden sahip olduğu malları ve yaşamını sağladığı işleri bırakmasını talep etmez. Buna rağmen İncil’de, Mesih’in kendine tabi olmak isteyenlere: “Malını bırak sonra bana tabi ol.” dediği hikaye ediliyor.

Kuran-ı Kerim, İncil’in şu şekilde ifade edilen mantığını asla kabul etmez: “Zengin bir kişi deve iğne deliğinden geçinceye kadar göklerin kapısından içeri giremez.”

      Bilakis İslam, insanın ve toplumun mala olan ihtiyacını göz onunda bulundurarak onu hayat için gerekli görmüş ve malın artırılmasını öngörmüş ve malın korunmasını emretmiştir. Allah, Kuran’ın birkaç yerinde malı ve zenginliği bir nimet olarak görmüş insanlara bu nimetleri bahşetmiştir. Allahu Teala Rasülüne şöyle der:

..

“Seni muhtaç bulup da zengin kılmadı mı!? (Duha:8)

Allahın Resulü (Sallallahu Aleyhi ve şöyle buyurur:

ما نفعني مال كمال أبي بكر

“Ebu Bekir’in malı gibi başka hiçbir mal bana fayda vermemiştir.”[1]

Allahın Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Selem) Amr İbn-i Ass için şöyle buyurur:

نعم المال الصالح للرجل الصالح

“Salih insan için Salih mal ne iyidir.” 

B- Kuran’da ve Sünnette asla Mesih’in, İncil’de yer alan şu düşünceye yer verilmemiştir: “Düşmanlarınızı seviniz,   ……………. Kim sağ tarafına bir tokat atarsa ona sol tarafınızı da dönün, kim göleğinizi çalarsa ona pantolonunuzu da veriniz.”

Bu durumlar belli vakitler için belli hastalıkları tedavi etmek için geçerli olabilir. Fakat genel olarak her asır, çevre ve konumda geçerli olacak olan, insanlık için faydalı bir tavsiye olamazlar. Zira normal bir insandan düşmanını  sevmesini, kendisine lanet okuyanı tebrik etmesi, beklemek, onun gücü üstünde bir şeyi ondan istemek olabilir.İşte bu yüzden İslam her insandan düşmanına adaletli davranmasını istemekle yetinmiştir.

“Bir topluluğa duyduğunuz kin asla adaletli davranmaya itmesin. Adaletli olun. Bu takvaya daha yakın bir davranıştır.” (Maide:8)

      yine sağ yanağa tokat atana sol yanağı dönmek nefislerin kaldıramayacağı bir durumdur. Dolayısıyla bu durum insan ezici bir çoğunluğu tarafından uygulanmasının mümkün olmadığı bir durumdur. Ve beklide bazı facir kullar bazı Salih insanların aleyhine olmak üzere bu konuyu kullanacaklar ve ardından onların mazur görülmesi gündeme gelecek ardından söz konusu bu facirler haddi aşma ve tağutluklarında daha da ileri gideceklerlerdir.

C-İslamın hayata uygunluğunu arz eden başka bir yön de şudur: İslam, insanlar arasındaki fıtri ve ilmi farklılıkları gözetir. Her insan iman kuvveti bakımından, Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma bakımından derece olarak birbirine eşit değildir.

      İslamda önce İslam sonra iman daha sonra da ihsan derecesi gelir ki bu sonuncusu en üstünüdür. Her derecenin kendine göre özellikleri ve ait olduğu insanlar vardır. Kuran da ifade edildiği insanlardan bazıları nefislerinin zalimleri, bazıları orta yolu tutanlar diğer bazıları da  hayırda yarışanlar sınıfındadırlar.

D-İslam ahlakının insanla uyumunu dile getiren tamamlayıcı bazı unsurlar: İslam ahlakı, takva ehlinin bütün ayıplardan beri olmasını, kanatlı melekler gibi bütün günahlardan uzak kalmalarını,  şart olarak görmez. İslam ahlakı, İnsanın ruh ve balçıktan yaratıldığını ve bazen ruhuyla yükseleceğini ve bazen de balçığı ile yerlere düşeceğini bilir. Muttaki (takvalı) kulların asıl üstünlüğü günah işlediklerinde hemen tevbe ederek Rablerine dönmelerindedir. Allah bu tür kişileri şöyle vasfediyor:

….

İslamda Kanu“Onlar ki çirkin bir iş yaptıklarında veya günah işleyerek nefislerine zulüm ettiklerinde hemen Allahı hatırlarlar ve ve işlemiş oldukları günahlar için hemen istiğfar ederler. Günahları Allah’dan başka kim bağışlar ki. Onlar yapmış oldukları hatalarda bile bile ısrarlı olmazlar.” (Ali İmran:135)

İSLAMDA KANUNLAŞTIRMA KAYNAKLARI

Kanunlaştırma ve düzenleme, emir ve yasak koyma yetkisinin insanın yaratanı ve Rabbi olan Allah yetkisinde olduğu kabul edildiğinde asla bu hak bir beşerin veya beşer topluluğunun elinde olması kabul edilmiyor demektir. İslam kanunlarının çok güzel özellikleri ve nefis meyveleri vardır. Zira onun koyucusu kamil sıfatlarla bezenmiş ve eksik sıfatlardan beri olan Allah’tır. Beşeri kanunların koyucuları beşer oldukları için acziyet ve noksanlık içindedirler.

İslam şeriatının özelliklerine gelince onları aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

1-Çelişki ve aşırılıktan uzaktır:

İslam şeriatının kaynağı İnsanı yaratan ve ve rızıklandıran Allah’tır. Bu yüzden bu şeriatta bir diğer batıl nizam, sitem ve metotlarda olduğu gibi her hangi bir çelişki bulmak mümkün değildir.

Beşereriyyet alemi bilgeden bölgeye tabiatıyla her asırda kendine özgü bazı çelişki ve farklılıklar arz etmektedir. Hatta aynı asırda, aynı coğrafyada ve aynı mıntıkada bile bu çelişkiler ve farklılıklar kendini gösterebilmektedir.

           Genç bir insanın olgunluk veya yaşlılık yaşına geldiğinde düşüncelerinin farklılaştığını ve hatta gençlik yıllarındaki fikirleri ile tamamen çeliştiği bir hal aldığını bir şok kez müşahede etmişizdir. Bir insanın sıkıntılı ve fakirlik günlerindeki görüşlerinin rahatlık ve zenginlik günlerinde tam olarak değiştiğini çok görmüşüzdür.  

           Şayet bu beşer aklının tabiatında var olan bir durumsa, beşerin görüşleri zamana, mekana, duruma ve şartlara göre değişkenlik gösterebiliyorsa; nasıl olur da bu aklın her türlü eksiklikten, çelişkilerden beri olduğu iddia edilebilir!? Nasıl olur da bu aklın hayatın sosyal, ekonomik, iktisadi ve ahlaksal yönleri ile ilgili olarak koymuş olduğu programlar ve ölçüler eksiklikten veya çelişkilerden uzak olabilir!? Şüphe yok ki beşer aklının eksiklik ve çelişkilerden beri olamayacaktır.

           Bu çelişkiyi bütün beşeri sistemlerde ve beşeri dinlerde rastladığımız aşırılıklarda,  görebilmekteyiz. Yine bu çelişkiyi beşeri sistemlerin maddeye, manaya, ferde, topluma, akıl ve kalbe bakış aşısındaki çelişkilerde, farklılıklarda da görmek mümkündür. Zira bu sistemlerin tabi olarak farklı düşünebilme özelliğine sahip olan, düşünürken toplumun her kesiminin farklı ihtiyaçlarını gözetme konusunda acziyet içinde olan ve hatta belli bir tarafa zulüm yapma eğilimi gösterebilen  beşer aklı tarafından konduğu için de bu aşırılıkları ve çelişkileri ve tabi olarak zulmü barındırması tabi bir sonuçtur. Fakat İslamın ilkeleri beşer tarafından değil beşerin yaratıcısı tarafından konmuş olduğu için bu gibi zaaflar ve eksiklikler olmaz.

2-Zulümden, kayırmadan Heva ve Hevesten Uzaktır:

 İslam’ın bu rabbaniliğinin bir çok meyvesi vardır. Bu meyvelerden bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür: İslam bu yönüyle mutla adaleti temsil eder, her türlü zulüm ve heva hevesten beridir. Beşeri sistemler ise asla adaletsizlikten, zulümden heva ve hevese uymaktan beri olamaz. Zira bütün bu beşeri sitemler –adalet konusunda ki azmi, ilmi ve iyi niyet seviyesi ne olursa olsun- hata yapmaktan masum olmayan, şahsi, ailevi, kavimsel, coğrafi, hizipsel, kaygılar ve meyiller taşıyan, heva ve hevesine uymaktan kurtulamayan insanın ürünüdürler.

           İnsanın sahip olduğu heva ve hevesi ve özel eğilimleri mutlaka onu etkisi altına alarak onu yönetecek ve düşünce yapısını da şekillendirecektir. Bu şekilde o insan sevdiği ve meylettiği yönde hüküm verecektir ki  bu da toplumsal düzen ve asayiş açısından büyük büyük bir felakettir. Zira burada beşerin heva hevesi ile kendi zatında taşıdığı zaaf noktaları birleşerek hüküm verilmiştir. Buda çorağı sulandırmaktan başka bir şey değildir.

….

“Allah’dan gelen hidayeti (doğru yolu) bırakıp da geva hevesine uyandan daha sapık kim vardır ki.” (Kasas:50)

           Bu ilahi nizamı kurup insanların istifadesine sunun insanların ve bütün varlık aleminin rabbi olan Allah’tır. Bu nizamı koyan zaman ve mekandan etkilenmeyen bilakis zamanın ve mekanın yaratıcısı olan Yüce Allah’tır. Bu nizamı koyan asla heva ve heves ve meyillerin etkisinde değildir zira o bunlardan münezzehtir. O asla belli bir cins, renk, kavim ve millete asla meyil etmez zira O, bunların hepsinin birden Rabbidir ve bu sınıfların hepsi O’nun kuludurlar.

3-Muhteremdir ve kolay kabul edilir:Bu rabbani nizamın meyvelerinden biri de onun insanların saygısını celp etmesi ve kolay bir şekilde kabul görerek yaşantı bulmasıdır. Beşeri sistemlerin bu saygıyı bulmaları mümkün değildir.

            Bu saygının kaynağı müslümanın Allah’ın kemaline, bütün yaratışında ve işlerinde eksizliğine olan inancıdır. O Allah ki kitabında buyurduğu gibi her şeyin yaratılışını en iyi şekilde yapmıştır:

“Bu her şeyi en güzel şekilde yaratan Allahın yaratmasıdır.” (Neml:88)

Allah her şeyi bir hikmete binaen yaratmış indirdiği kitabında yer alan ayetlerini büyük sağlam temellere dayandırmıştır.

..

“(Bu sana indirilen), hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) ayetleri sağlamlaştırılmış, sonrada açıklanmış bir kitaptır.” (Hud:1)

            Yüce Allah yarattığı varlıklarda, takdir ettiği olaylarda ve emir veya nehyettiği konularda hikmet sahibir.

“ Rahman olan Allah’ın yaratışınsa hiçbir eksiklik ve uyumsuzluk bulamazsın.” (Mülk:3)

En iyi Yaratıcı olan ve yarattıklarını bir hikmete üzere yaratan Allah’ı tesbih ederim.

            Bahsetmiş olduğumuz bu saygı ve kutsallaştırma olayının ardından bu nizamın her türlü verisine ve hükümlerine rıza göstermek gelmekte, içten gelen bir istek, gönül rahatlığı ile ikna olup bunları kabul etmek gelmektedir ki, bu da Allah’a ve Resulüne imanın gereklerindendir.

..

“Hayır, Rabbine yemin olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın (onu) manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa:65)

            bu ihtiram, kutsal görme ve gönül rahatlığı ile kabul etme olayının ardından inanılan bu değerleri hemen hayat sahasına dökme, nefse zor da gelse emirlere hiçbir tembellik ve gevşeklik göstermeden aynen itaat etme durumu ortaya çıkacaktır.

            Bu noktada Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) döneminde yaşayan müslüman erkek ve bayanların Allah’ın koyduğu emirler ve yasaklar konusunda nasıl bir tavır sergilediklerini iki örnekle anlatmaya çalışalım:

            Birincisi, Medine’de ki Müslümanların içki yasaklandığında sergiledikleri tavırdır:


[1] Ahmed, Ebu Hureyre’den rivayet etmiş tir ve isnadı sahihtir.

By admin

Bir cevap yazın