SİZE OLAN MESAJIMIZ

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم   

الحَمْدُ للهِ رَبِّ العَالمَيِنَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلامُ عَلىَ رَسُولِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ أَجْمَعِيَنَ   وَأَمَّا بَعْدُ:

SİZE OLAN MESAJIMIZ !

Size yazmış olduğum bu kısa mesajım satırlarında size olan ihtiram ve takdirlerimi  taşımaktadır. Kalbimden kalbine gönderilen bir mesajdır bu. Bu nurdan harfleri ruhuna gönderiyorum. O geniş kalbinin derin ve içten duygularıyla mesajımı okumanı ricâ ediyorum. Engin ve keskin görüşlü bir düşünür gözüyle okuyunuz bu mesajımı. Allah’a yemin olsun ki bu satırları sana yazmamdaki tek gâye saâdetini dilemem, sevgini ve kardeşliğini kazanmayı istememdir.

Bana vaktinizden bir parça ayırabilecek misiniz? Bu benim sizden özel bir ricâmdır. Bana yardımcı olduğunuz için sizlere teşekkür ederim.

MEKTUBUN KONUSU:

Size sunmak istediğim konu, insanın  dünyadaki gerçek görevi konusunda olacaktır. Hiç şüphem yok ki bu konuda bana katılacak, benimle beraber aynı şeyi düşüneceksiniz. Zîra bu konu hepimizi, ilgilendiren bir konudur. Doğru bir görüşe ve kesin bir kanaate varana kadar bu konuda fikir teatisinde bulunulması gerekir.

Bir insanın dünya hayatıyla ilgili konuları bilmemesi normal karşılanabilir, fakat  kendi yaratılış gayesini bilmemesi veya bilmemezlikten gelmesi veya bu konuda gaflet göstermesi-sebebler ne olursa olsun- en basit bir insan tarafından dahi mâkul ve mantıklı bir durum olarak görülemez. Zîra bu konuda gaflet göstermek bir insan için çok vahim ve acı sonuçlar doğuracaktır.

HER ŞEYİN VAZİFESİ VARDIR:

Gel birlikte şu kâinattaki büyük küçük yaratıklara bir göz atalım. Şu büyük ve geniş yeryüzüne, onun üzerindeki dağlara, ağaçlara, nehirlere,    hayvanlara bir bak…Gökyüzüne ve içindekilere, yıldızlara, gezegenlere, galaksilere, aya, güneşe daha sayılamayacak kadar çok olan yaratıklara bir bak…Hiç düşündün mü bütün bunları?! Bu kâinatı böyle güzel, büyük bir dikkat ve incelikle, çok ince hesaplanmış bir düzenle, böyle büyük hacimlerde yaratmış olan kimdir?! Acaba bütün bu mahlûklar bir hedef bir gâye olmadan yaratılmış olabilirler mi?! Bilakis büyük küçük bütün mahlûkların ve hatta ufak bir toprak zerresinin dahi görevi vardır ve bütün bu yaratıklar görevlerini eksiksiz yerine getirirler. Makineler, arabalar v.s. beşer yapısı araç gereçler kendilerini îcâd eden bilim adamları tarafından boşuna mı keşfedilmiştir?! Elbette hayır! Bütün bunlar bir gaye için keşfedilmiştir. Şâyet bir insan gece gündüz uğraşırda hiç bir işe yaramayan bir buluş yaparsa bizler o kişiyi delilikle itham etmez miyiz?! Sağlam bir akıl, sahibini faydasız işler yapmaktan alıkoyacaktır. Bir hedef için yapılan bir âlet bozulur da artık hizmet veremez duruma gelirse bizler o aleti ya tâmir ettirir, ya satar, yada çöpe atarız. Zîra artık o alet görevini istenilen şekilde yerine getirememektedir. Bu durumu bizim yaratılış gâyemizle kıyas etmeliyiz.

İNSANIN GERÇEK GÖREVİ

Şâyet durum  maddi âlet ve makinalarda böyleyse, yâni canı olmayan bu zayıf aletler bir hedef, bir gâye olmadan yapılmıyorsa insan gibi büyük öneme sahip, aklı olan ve düşünebilen bir varlığın gâyesiz yaratılmış olabileceğini düşünmek ne derece mantıklıdır?! Böyle bir varlığın dünya hayatındaki gerçek görevinin ve yaratılış gâyesinin ne olduğunu sormakta haklı değil miyiz?! İnsan ki Allah onu en güzel şekilde yaratmış, ona akıl, duyu organları güç, kudret, seçme hürriyeti vermiş, yeryüzünde var olan bütün nimetleri onun için yaratarak ona ikrâmda bulunmuştur. Acaba Allah bu insanı sadece yeme- içme, oyun-eğlence ve dünyalık zevkler için mi yaratmıştır?! Yoksa mal peşinde koşmak acılar, hüzünler, kederler, bunalımlar için mi yaratmıştır? İnsan niçin yaratılmıştır?! Tabîdir ki kendisine bu kadar ikrâm edilen insan, yukarıda saydığımız çeşitli zorluklar için yaratılmış değildir. Hiç şüphem yok ki bu konuda benimle aynı şeyi düşünüyorsundur. Zîra  insanın böyle fâni ve boş şeyler için yaratılmış olabileceğini hiç bir akıl sahibi düşünemez. Öyleyse sözü edilen soruların cevabı nedir? Bu soruların cevabını gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin dilinden tek cevap olarak öğrenmekteyiz. Onların getirdiği bu vahiy, insanlara; insan, taş, hayvan, güneş, ateş, nefis ve heva gibi hiç bir puta tapmadan sadece Allah’a kulluk etmeyi emretmekte ve sadece bunun için yaratıldıklarını açıklamaktadır.

HİÇ DÜŞÜNDÜK MÜ!?

Şüphesiz insan denen varlığın en önemli özelliği akıl, fikir, düşünce ve doğru zamanda doğru karar verebilme özelliğidir. Neden binlerce beşer çeşidi arasında sadece insan ve cinlere bu özellik verilmiştir!? Elbette bu durumun yüce yaratıcı      katında büyük hikmetleri vardır. Kendisine diğer mahluklara verilmeyen bu nimetin insan oğluna ve de cinlere verilmesi normal olarak onların farklı mesuliyetler içinde olabileceklerini akla getirmektedir. Elbette akıllı varlıkların farklı görev sorumlulukları olması gayet doğaldır. Bir düşünün şu etrafımızdaki hayvan, bitki ve cansız varlıkların hepsi bu akıllı beşerin hizmetine sunulmuştur. Güç olarak insanoğlundan çok daha büyük güce sahip bir çok varlık yaratılış gaye ve fıtratı gereği insan oğluna boyun bükmektedir. Bütün yaratıklar tek olan yüce yaratanlarını  anmaktadırlar. Onların dünyalık beklentileri de en güzelini yemek ve mevsimi geldiğinde neslinin devamı için karşı cinslerle bir araya gelmek. İnsan oğlu da gaye ve hedefsiz yaratılmış değildir. Yüce yaratıcı insanoğluna büyük nimetler vererek büyük bir ikramda bulunmuştur. Öyleyse bu varlığın diğerlerinden farklı olarak bir takım görev sorumluluklarının olması gayet doğaldır.

Bütün bu varlıkların kendilerine boyun büktükleri insanoğlu büyük mesuliyetler altındadır ve elbette bu mesuliyet ve görevlerin farkında olmalıdır.

Dünya biz değerli misafirleri ile dolup dolup taşarken bu anlamlı olması gereken döngüyü sadece uzaktan seyretmekle yetinmek durumunda kalır bazılarımız. Oysa ki bu olay akıllı birer beşer olarak ilgimizi çekmesi gereken bir olay değil midir!? Maalesef insan olma ortak paydasında buluştuğumuz milyonlarca insan bu enteresan döngünün sırrını çözme gayesi ile bir defa olsun kendisine çok görmüştür. Oysa ki sonsuz gerçeklerle tanışıp hayata ve ölüme gerçek anlamını kazandırabilmek her insanın hem hakkı, hem de görevi değil midir!? Diğer bütün yaratıklardan farklı olarak biz insanoğluna akıl ve düşünce nimeti verildiğine göre bu farklılığımızın farkına vararak bir an önce yaşadığımız hayata anlam kazandırmak gerçekleştirilmesi gereken en önemli vazife değil midir. Hemen burada şuna da işaret edeyim ki; bu vazifeyi henüz yerine getirmemiş olanlar fazla tasa yapmasınlar. Zira bu görevi yerine getirenler veya bu fırsatı kucağında bulanlardan bazıları sanki bu gerçekliğin hiç farkında olmamış gibi hayatlarına devem etmektedirler. Demek ki burada önemli olan  bazı gerçeklerin üzerine cesaretle gidip olayları bütün çıplaklığı ile görmek değil aynı zamanda ortaya çıkan hakikat”lerin azimle takipçisi de olunması gerektiğinin bilinmesidir. Nasıl olsa bir gün mutlaka gerçeklerle tanışacağız fakat o zaman düşünüp hayatımız için yeni yönler tayin etme konusunda çok geç kalınmış olunacaktır. Öyleyse bu gerçekleri dünya hayatını tüketirken bir an olsun düşünmemek ve gereken doğru kararları alıp o yönde yaşam sürdürmemek sonunda büyük bir pişmanlık getirecektir. 

KARŞILIKLI KONUŞARAK GERÇEĞE ULAŞALIM

Bilindiği gibi hayata  doğan her çocuk herhangi bir bâtıl  inanç, görüş ve din üzerinde değildir. Bilakis her çocuk temiz İslâm fıtratı üzerine doğar. Fakat çocuklar belli bir yaştan sonra anne ve babasından, aile fertlerinden, akrabalarından, yakın çevrelerinden çeşitli düşünceleri, inaç şekillerini almaya başlarlar. Zamanla bu duyduklarını kabullenmeye başlayan çocuklar, genellikle bu düşüncelerin  doğruluğuna tamamen kanaat getirirler. Bu çocuklar belli bir zaman sonra duymuş, görmüş veya öğrenmiş oldukları düşünce ve inanç kültürünün tabii olarak kabullenilmesi gerektiğini, bu konularda bazı şüpheler üretip  yeniden düşünmenin ve sorgulama yapmanın caiz bir durum olmadığını, zîra etrafındakilerin bu anlayış ve düşüncelere iman edip, bu konularda tamamen iknâ olmuş olduklarını düşünmeye başlarlar.

Fakat reşit olmuş, olgunlaşmış eğitimde ve kültürde anne-babanın ve ataların ulaşamadığı seviyelere ulaşmış bir insanın böyle teslimiyetci ve taklitçi bir düşünce içinde olması doğru bir davranış şekli olabilir mi?!

İletişim ve ulaşım araçlarının gelişimi ile dünyamızın küçük bir köy haline geldiği günümüzde bazı insanların atalarından mîras olarak aldıkları çeşitli düşünce ve inançları hiç düşünmeden, tartışmadan, sağlam düşünce kantarlarıda bunları tartmadan, bu inançların kabulu için gerekli olan aklî ve mantıkî delillere sahip olmadan bunları kabul etmeleri ve etraflarında olan insanları bu şekilde düşünmeye dâvet etmeleri bu görüş ve düşüncelerde taassup göstermeleri sizce ne derece doğru,  mantıklı, akıllı, sağlam, güvenilir bir davranış ve düşünce şeklidir?!

Akıllı bir insanın böyle davranmasını, araştırarak, tartışarak, fikir alış verişinde bulunarak doğruya ulaşma yönteminden uzaklaşmasını doğrusu yadırgamak durumundayız. Ancak inançlarının ve fikirlerinin doğruluğundan şüphe edip bunları değiştirmek istemeyen kişiler konuşmak ve tartışmaktan kaçar. Bir insan inançlarının doğruluğundan emin olursa hiç bir zaman tartışmaktan ve gerekirse yanlışlarını düzeltmekten, buna paralel olarak hayatında değişiklik yapmaktan korkmaz.

Asrımız ilim, araştırma, iletişim, tartışma ve açılım asrıdır. Bu asırda, böyle, dünyaya kapalı, inançlarında taassupkâr ve bağnaz insanların var olabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. İnsanın dünyaya ve doğrulara kapalı kalmak suretiyle yaşaması kendisi için dünyada ve âhirette çok tehlikeli ve acı sonuçlar doğuracaktır. Zîra Âhiret Âlemi vardır ve orada cennet ve cehennemden başka gidecek bir yer yoktur. Âhirette kişinin, yaşamış olduğu toplumun veya atalarının inanç ve kültürlerini hiç düşünmeksizin taklit ettiğini söyleyerek özür beyan etmesi kendisini kurtarmaya yetmeyecektir.

Seni çepe çevre kuşatan, elini ayağını, aklını bağlayan taklit zincirlerini kırmalısın. Kendi kendine sessiz sâkin bir konuşma yapıp şu soruları kendine sormanı ricâ ediyorum:

  • Benim yaşamış olduğum bu din acaba gerçek ve hak bir din midir?
  • Şâyet bu din hak bir din ise bu dinin hak din olduğunu gösteren aklî ve fıtrî deliller nelerdir?
  • Acaba bu din benim hayatımı iyi bir şekilde düzene sokabiliyor, bunu sağlayabilmek için mantıklı, sağlıklı kurallar içeriyor mu?
  • Bu din, benim hayatıma ve varlığıma bir mânâ kazandırabiliyor mu? Yoksa bu din haftanın veya günün belli saatlerinde çevremi ve anne-babamı taklîden yapmak zorunda olduğum, anlamsız bir hareketler manzûmesi midir?!
  • Acaba dinsiz ve inançsız bir şekilde, bütün bağlılık ve sınırlamalardan kurtularak, istediğim gibi yaşamam doğru bir yaşam şekli midir?
  • Bu dünya hayatından sonra başka bir hayat var mıdır? Ölümden sonra dirilmek var mıdır, şâyet varsa nerede, nasıl ve niçin dirileceğiz?

 Ebedî mutluluğu yakalayabilmek için bu ve benzeri soruları kendi kendine sorarak doğru cevaplara ulaşmak zorundasın. Bunu hemen şimdi yapmalısın. Yarın çok geç kalmış olabilirsin!

DÜŞÜNMEK VE KARAR VERMEK

İnsanlardan bazıları müslüman olduklarını iddiâ ederler fakat bu insanlara gerçek İslam ölçülerini dikkate alarak bakarsanız onların müslüman olduklarına dâir hiç bir işâret bulamazsınız. Bu tür insanlara müslüman olup olmadıkları sorulduğunda kimlik kartı vb. şeylerle müslüman olduklarını ifâde etmeye çalışırlar. Bu insanların gözünde İslâm bir etikettir ve bu etiketi taşıyan her kişi müslüman olarak isimlendirilir. Bu insan hiç bilmez ki yarın Allah’ın karşısında bu basit iddiâ veya etiket kendisine fayda vermeyecek, onu cehennem ateşinden kurtaramayacaktır. Biz bu sözlerimizle İslam dininin sadece araplara veya herhangi bir kavme ait bir din olduğunu iddiâ etmek istemiyoruz. Böyle bir şeyi iddiâ etmekten Allah’a sığınırız.! Allahu Teâlâ bu dini siyahıyla, beyazıyla bütün insanlığa ve hatta cinlere indirmiştir. Biz bu sözümüzle, bir insanın müslüman olabilmesi için müslümanlık iddiâsında bulunmasının yeterli olmadığını, bu insanın İslam’ın emir ve yasaklarına Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimizin sünnetinde olduğu şekliyle  uyması gerektiğini ifâde etmek istiyoruz. Şimdi müslüman olduklarını iddiâ eden bazı insanların bazı iddiâlarını sıralayacağım. Bu bâtıl inançlara inanan insanlar İslamın neresindedirler bir düşünelim! İşte size söz konusu garip iddiâlardan bazıları:

  • İlah, herhangi bir insana girebilir ve dolayısıyla onda tezâhür edebilir, böylece o insan ilah olmuş olur. Bu ilah Îsa Aleyhis-Selam da olabilir,Hz. Ali Bin Ebi Tâlip de olabilir, bunlardan başkaları da olabilirler?! 
  • Bir insanın ruhu, o insan öldükten sonra başka bir insana geçebilir?!

Bu inancı yaymaya çalışanların amacı âhireti, cennet ve cehennemi  inkâr etmek, dünya hayatından başka bir hayat olmadığını iddiâ etmektir.

  • Namaz kılmayı boş bir iş görmek ve kesinlikle namaz kılmamak?!
  • Namazı İslam dinindeki namazdan çok farklı olarak kılmak, örneğin namazın rukusunu, secdesini yapmamak?!
  • Cuma namazını dahi kılmamak hatta bu namazı farz bir namaz olarak dahi görmemek?!
  • Kendi kafalarına göre kılmış oldukları namazlara başlamadan önce dahi temizlenmemek, abdest almamak, cünüplükten dolayı yıkanmamak?!
  • Zekâtın farz olduğunu inkâr etmek. Fakat şeyhe, zekât adına malın beşte birini vergi olarak vermek?!
  • Orucu, ramazan ayının gündüzlerinde yeme-içmeden ve orucu bozan bütün şeylerden sakınmak olarak görmeyip, sadece ramazan ayı boyunca hanımlara yaklaşmamak olarak görmek?!.
  • Hacca gitmeyi küfür olarak ve putlara ibâdet olarak görmek?!
  • Allah’ın Resulune yardım edip, onu desteklemiş ve İslamın dünyanın dört bir yanında yayılmasına sebeb olmuş olan sahâbelerden nefret etmek. Özellikle Hz. Ebu Bekir’e ve Hz. Osman’a lânet etmek?!
  • Şarabı ve diğer alkollü içkileri kutsal görmek. Allah’ın şarapta tecelli ettiğine inanmak. Bu içkileri kutsal göstermek için bunları “Abdunnur’’ olarak isimlendirmek?!

Bu v.b. İnançları taşıyanların müslüman olduklarını iddia etmeleri, müslüman olmaları için yeterli midir?! Bu düşünce ve inançların Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in getirmiş olduğu dinle bir ilgisi var mıdır? Hayır! Binlerce hayır! Bu bâtıl inançlara inanmak öncelikle, yaratıcı, rızık verici, hayat verici, öldüren, hayat veren, fayda veya zarar veren, bütün kâinatın işleri elinde olan Allah’tan rubûbiyyet sıfatını alıp bu sıfatı onun yaratmış olduğu bir beşere vermektir. Bu da Allah’ı inkâr etmek ve Allah’a yapılması gereken ibâdetleri onun yaratmış olduğu bir beşere yapmak demektir.

Bu düşünce ve inançlar İslam’ın namaz, oruç, zekât gibi şartlarını inkâr etmek ve onlarla alay etmek olup, ibâdetlerin şeklini, yapısını değiştirmektir. Böyle düşünüp bu şekilde davranan insanlar islamın bir takım hükümlerini ret etmişler, diğer bazılarını da değiştimeye çalışıp tahrif etmeye çalışmışlardır. İslam dininin hükümlerini böylesine değiştirip tahrif edenlerin müslüman olarak isimlendirilmesi mâkul olur mu?! Elbette İslamla alay eden, onunla oyun oynayanlar müslüman olarak isimlendirilemezler.

İSLAMİ  İNANCIN  KAYNAKLARI

Bir müslüman şayet gerçek bir müslümansa kendi inancı ile ilgili bilgi ve esasları İslam dininin sağlam iki kökü olan Kur’an ve Sünnetten almalıdır. İslâm bir müslümanın kendi dini ile ilgili esas ve bilgileri ana-babasından, atalarından, şeyhinden, imamından delilsiz bir şekilde öğrenmesine ve böylece onları kör bir şekilde taklit etmesine müsâde etmez ve de bundan râzı olmaz.

Kur’an ve sünnetteki deliller, yaratılışımızda var olan fıtrî eğilimler ve aklımız göstermektedir ki Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in Kur’an ve Sünnet aracılığı ile getirmiş olduğu İslâm inancından başkasını Allah kabul etmeyecektir. Zîra bu inanç Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, Îsa ve diğer bütün peygamberlerin (Aleyhimis-Selam) getirmiş oldukları inançla aynıdır. Bizler insanları İslâm inancını iyice araştırıp öğrenmeden, aklına takılan yerleri sorup, bunların münâkaşasını ve münâzarasını yapmadan kabul etmeye çağırmıyoruz. Bizler herhangi bir düşünce, din mezhep, örf ve âdetlerde taassup sahibi olmayan her insanın İslamî inanç sistemini araştırıp bu konularda biraz düşündüğü takdirde islamî inanç sisteminin en doğru inanç sistemi olduğunu, bu dinin temel kaidelerinin en güzel ve sağlam kaideler oldoğunu, kısacası islam dininin bütününün en doğru din olduğunu, Allah’ın bu dini kıyâmete kadar insanların ve cinlerin gerçek dini kıldığını göreceğinden yine bu dinin kalpleri huzura kavuşturabilecek tek sağlam din olduğunu ve insan fıtratına ve hayat düzenine en uygun sistem olduğunu anlayacağından eminiz.

MÜSLÜMAN VE AHİRET İNANCI

Allahu Subhanehu ve Teâlâ’ya iman etmekten sonra gelen İslamın en önemli temel kaidelerinden biri de “Âhiret Gününe” inanmaktır. Âhiret gününe inanmak şu demektir: Bir insanın, Allah Teâlâ’nın, bütün beşeriyyetin canlarını kabzettikten sonra onları kabirlerinden kaldırıp dirilteceğine, onları  yapmış oldukları büyük-küçük bütün amellerden hesaba çekeceğine, kendisine hakkıyla inanıp salih amel işleyenleri cennetle mükâfatlandırıp kendisine ve Resûlüne âsi olanları da cehennemle cezâlandıracağına bütün kalbiyle inanmasıdır.

Bu söylediklerimiz özet olarak İslam dinindeki âhiret inancının mânâsıdır.İslam dini hâricindeki diğer dinlerin Âhiret konusundaki görüşleri aklın ve mantığın kabul edemeyeceği iddiâlarla doludur. Şimdi dilerseniz bazı din ve mezheplerin bu konudaki düşünce ve görüşlerine bir göz atalım.

  • Bazıları şöyle der: “İnsan ölümü ile birlikte yok olur, kaybolur. Ölümden sonra insanın dirilip iyi olanlarının cennetle mükâfatlandırılması, kötü olanlarının cehennemle cezâlandırılması diye birşey yoktur.”

İslam hâricindeki bütün dinlerede âhiret inancı vehmîdir, hurâfelerle doludur. Bu din veya mezheplerin din adamları insanları kandırmak için bu v.b. şeyleri uydurmaktadırlar. Bu şekilde insanları korkutarak kendilerine iteat etmelerini sağlamaya çalışmaktadırlar.

  • Bazıları da şöyle der:“ Âhiret dünyası sadece ruhlar için vardır. Cesetler ise ölümle birlikte yok olur.”
  • Bazıları ise şöyle düşünür:“Cennet ve cehennem gerçekte yoktur. Bunlar mânevi işâretlerden ibârettirler. Cennet hayırlı işlere, cehennem de şerli işlere işâret etmektedir.”
  • Diğer bâzıları da şöyle der: “Cennet ve cehennem vardır fakat cennete sadece biz ve bize tâbi olanlar,  cehenneme ise bize muhalif olanlar gireceklerdir.”

Bunlara göre sadece kendileri gibi putlara, insanlara v.s. tapanlar cennete girecektir. Böyle bir şeyi mantık kabul eder mi?!

  • Bazıları da “Cezâ Kanunu” diye bir şeye inanırlar. Onlara göre kâinatın nizâmı tam bir adâlet üzerine kurulmuştur. Bu adâlet insanlar istesede istemesede vukû bulmaktadır. Fakat bunlar bu adâletin bu dünyada mı yoksa öbür dünyada mı vukû bulacağını bilmemektedirler. Bu adâlet düzeninde mükâfatlandırma ve cezâlandırma hangi esaslar üzerine kuruludur ve bu adâlet nasıl yerine getirilecektir?! Bu soruların cevabı belli değildir.

Bu saydıklarımız islam dini hâricindeki bazı bâtıl din ve mezheplerin Âhiret konusundaki düşünce ve görüşleridir. Acaba olgun bir aklın bu düşüncelerin doğruluğuna inanması mümkün müdür. Doğru bir dinin, bu tür inançları kabul etmesi düşünülebilir mi!? Elbette düşünülemez. Zîra bu düşünceler başta yerlerin ve göklerin kendisiyle ayakta durduğu adâlete aykırıdır. Bu iddialar zulmün ta kendisidir ki Allah zulümden münezzehtir. Hayatta iken farklı amellerde bulunan insanların ölümlerinden sonra eşit olmaları mümkün müdür!?

Allah’a hakkıyla inanıp O’na iteat eden ve  sâlih amellerde bulunanlarla, O’na isyan edip, kötü  amellerde bulunanların sonlarının eşit olması mümkün müdür? Zâlimlerle mazlumların eşit olmaları adâlet midir? Zengin, kibirli, cimri insanlarla, fakir, herşeyden mahrum insanların sonlarının eşit olması adâlet midir?!

Bu örnekler çoğaltılabilir…Tabîdir ki sözü edilen bu  gurupların eşit olmaları mümkün değildir.

İSLAM VE MÜSLÜMANLAR

Bir çok insan müslümanlarla İslamı özdeşleştirmekte ve müslümanların hatalarının faturasını İslâma çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bu kural, akıl ve mantık yönünden hatalıdır. Bir dine mensup olan insanların hataları o dini kirletemez.

Bazı müslümanların ahlâklarındaki eksiklik, zulum yapmaları, yalan konuşmaları, bazı islâm toplumlarının maddî sahada geri kalmış olmaları kesinlikle islamı bağlamaz. Bir insan bu v.b. durumları, kendi ile islam arasında engel yapmamalıdır. Zîra Allah’ın dini başka, doğru ve yanlış haraketler yapmaya meyilli insanların bu dini yaşayıp yaşamamaları başkadır.

Müslüman bir topluluk ne zaman bu dini hakkıyla yaşarsa, o zaman bu dini temsil etme hakkına sahip olabilir. Fakat bir insan İslâm’dan ve onun emirlerinden uzaklaşırsa bu haliyle İslamı temsil etmesi mümkün değildir.  Her müslüman İslamı yaşadığı nisbette bu dini temsil edebilir. Gerçek İslamı öğrenmek isteyen bir kişi bu dinin iki temel kaynağı; Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerime ve O’nun Resûlu’nün sünnetine, O’nun temiz hayatına bakmalıdır. Yine geçmişte ve zamanımızda İslamı en iyi şekilde yaşamış olan salih ve âlim insanların hayatlarına ve onların yazmış oldukları kitaplara bakılarak gerçek İslâm ve müslümanlık öğrenilebilir. Şâyet bir insan İslamı tanımak için bu yolu denerse,  hiç şüphemiz yok ki; o insan hemen iknâ olup İslam’a girecek ve Rabbine secde etmeye başlayacaktır.

SORUNLARI ÖNÜNE ENGEL YAPMA

İslâmı hakkıyla yaşamak istediğin zaman ailenin, akrabalarının, çevrenin sana karşı çıkma ihtimâli büyüktür. Bu ihtimaller seni yıldırıp yolundan alıkoymamalıdır. Zîra onlar seni ne kadar sevseler de cehennem ateşinden seni korumaya güçleri yetmez. Siz iknâ olduğunuz doğrulardan birilerinin hatırı için kendinizi mahrum bırakıp, ebedî dünyada sonsuz ve can yakıcı azaba düşmenize sebeb olamazsınız. Dünya ve Âhiret saâdetini birilerinin hatırı için kaybedemezsiniz. Hatta siz, bir an önce kendinizi toparlayıp o yakınlarınızı bu tehlikeden kurtarmalısınız. Kararınızda azimli ve sabırlı olmalısınız. Zîra eşinizin, dostlarınızın sizden uzaklaşması, işinizden, görevinizden olma ihtimâli size zor gelecektir. Fakat korkmayınız, sabır,  metânet ve dua ile çoğu vehmî olan bu zorlukları aşabilirsiniz. Bu durumda Allah’a tevekkül edip O’na sığınmalısınız. Zîra O, bütün zorlukları ve kötülükleri aşmanızda size yeter. Siz azminizi koruyunuz, Allah size yardım edecek, sizi başarılı, muzaffer kılacak ve sizi hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. O zorlukları yaşarken Allah’a bol bol dua etmeli ve O’na sığınmalısınız. Unutmayınız ki Allah en hayırlı yardımcı ve güvencedir. Şâyet böyle bir karar verecek olursan bu hayatında verecek olduğun en doğru karar olacaktır. Unutmayınız ki hak yol, izlenilmeyi hak eden en evlâ yoldur. Hak yolu tâkip etmek dünya ve içindekilerden daha önemlidir. Unutma ki kıyâmet günü, ne yakınların, ne  de sana kızanlar senin günahlarını üslenip seni kurtarabilirler.  

İSLÂM’DA İBÂDETLER KOLAYDIR

Şunu da bilmeniz gerekir ki; İslam dininde ibâdetler, şeytanın ve dâima kötülüğü emreden nefsin tasvir ettiği gibi zor ve meşakkatli değildir. Bilakis İslam dininin ibâdetleri çok az ve kolaydır. İslam dini musâmahakâr bir inanç sistemine, hurâfelerden, şirkten uzak bir tevhidî inanca ve yüksek ahlâk kurallarına sahiptir. İslâm’da, Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz.Muhammed’in O’nun kulu ve resûlu olduğuna inanmaktan sonra gelen en büyük şart gece ve gündüz boyunca kılınan beş vakit namazdır. Oruç senede bir defadır. Zekât ise malın nisap miktarına ulaştığı durumlarda senede bir defadır. Hac ömürde bir defa, malî ve sağlık durumu elverişli olanlar için farzdır. Bütün bunların yanında bir müslüman diğer birtakım ibâdetleri de yerine getirmek durumundadır.

ALLAH’A İBÂDET EDENLERİN İBÂDETLERİ ALLAH’A FAYDA VERMEZ

Bilmelisin ki Allahu Teâlâ’nın bizim ibâdetlerimize ihtiyacı yoktur. Günahkâr insanların da günahları Allah’a zarar veremez. Bilakis yapılan ibâdetlerin faydası veya yapılan günahların zararı insanadır. İnsan Allah’a iteat içinde yaşamış olduğu hayatın karşılığını hem dünyada hem de Âhirette görecektir. İteatkâr insanların dünyada görecekleri nimetlerden bazıları şunlardır: Mutluluk, kalp huzuru, rızık konusunda güvence, ölümden Allah’ın fazlını umarak korkmamak, olmuş veya olacak kötü olaylardan kaynaklanacak aşırı korku ve sıkıntılardan emin olmak, tevbe kapısının açık olması sebebi ile yapılmış olan günahlardan dolayı yaşanan sıkıntının sona ermesi, malın, vaktin bereketlenmesi, aile huzuru ve mutluluğu, belâ ve musîbetler karşısında zaafa uğramamak, umutları ve yaşama sevincini yitirmemek v.s. daha nice nimetler… İmanın ve sâlih amelin âhiretteki en büyük faydası ise sahibini cehennem ateşinden kurtarıp cennetin güzel nimetlerine kavuşturmasıdır. Bu ise nimetlerin, başarı ve kazanımların en büyüğüdür. Allah’ın mü’minler için cennette neler hazırladığını biliyor musun? Allah mü’minlere orada,   hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir beşerin aklından bile geçmeyen güzel nimetler hazırlamıştır. Yine Allah’ın kendini ve Resulü Hz.Muhammed (Sallalahu Aleyhi ve Sellem)’i inkâr eden kullarına ne gibi bir azap hazırladığını biliyor musun? Allah, onlara sıcaklığı dünyanın ateşinden yetmiş kat daha fazla olan cehennem ateşini hazırlamıştır. Azap olarak da bu yeter. Cehennem ateşinden Allah’a sığınırız. Cennetin güzelliğini, cehennemin kötülüğünü hatırlaman, gafletten kurtulup, senin için kârlı ve zararlı olanı yeniden düşünmen için sebeb olarak yetmez mi?! Umut ederim ki bunu yaparsın.

SON OLARAK

Biliyorsun ki bu dünyada ne kadar yaşarsan yaşa, sonun mutlaka ölümdür. Bir gün Rabbinin karşısına çıkıp yapmış olduklarından hesaba çekileceksin. Durum böyleyken Âhirette ebedî bir cennet yaşantısını şu dünyanın yorucu, külfetli ve kısa yaşantısına nasıl değişirsin?! Dünya hayatında geçici bir nebze zevk için cennetten mahrum kalıp cehenneme girmeyi nasıl göze alabilirsin?! Şâyet böyle yapıyorsanız bu yaptığınız aklınızı saf dışı ettiğinizin, gaflete daldığınızın bir emaresi değil midir?!

Ey arkadaş! Hala dönmek için fırsatın ve vaktin var. Kalan ömrünü seni yaratan Allah’a iteat ederek geçirmelisin. İslâma sıkıca bağlanıp iki dünya saâdetini yaşayabilmek seni bekliyor..

صَلّى اللهُ عَلَى نَبِيِّناَ مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِين

By admin

Bir cevap yazın